104-MÜNÂFIKÛN SÛRESİ
MEDENÎ, 11 ÂYET
GİRİŞ
Adını 1. âyetteki المنافقون[münâfıqûn] sözcüğünden ve münâfıkların Rasûlullah ve mü’minlere karşı aldıkları tavırların konu edilmesinden alan sûrenin, Medîne’de 104. sırada indiği kabul edilir. Kaynakların verdiği bilgiye göre, Benû Mustalık gazvesi’nden dönüşte yolda veya döndükten sonra inmiştir.
Sûrede münâfıkların yalancılıkları, ikiyüzlülükleri, inanmadıkları şeyleri söylemeleri, mü’minlere tuzak kurmaları beyân edilir ve münâfıklar şiddetle yerilir. Samimi mü’minlere de infak etmeleri ve Allah’ın rızasını kazanmaları için yollar gösterilir.
Sûrenin iyi anlaşılabilmesi için târihî arka plânının bilinmesi gerekir.
Enfâl sûresi’nin girişinde Bedir savaşı’nın gerekçelerini açıklamıştık. Bu sûrede açıklananlar da aynı hâdiselerle bağlantılıdır. Hâdiselerin özünü birinci pasajın tahlilinde vereceğiz.
MEAL:
1Münâfıklar sana geldikleri zaman: “Biz, gerçekten tanıklık ederiz ki, şüphesiz sen, Allah’ın elçisisin” dediler. Allah da bilir ki şüphesiz sen O’nun elçisisin. Ve Allah tanıklık eder ki şüphesiz münâfıklar, kesinlikle yalancılardır.
2Onlar, yeminlerini bir kalkan edinip Allah’ın yolundan alıkoydular. Şüphesiz onlar, yaptıkları şeyler kötü olan kimselerdir.
3Bu, onların iman etmeleri, sonra iman etmemeleri nedeniyledir. Böylece kalplerinin üzerine damga vurulmuştur, artık onlar iyice kavrayamazlar.
4Onları gördüğün zaman da cüsseli yapıları –sanki onlar, dayandırılmış/yarı giydirilmiş ahşap kütükler gibidirler– beğenini kazanmaktadır. Söyledikleri zaman da kulak verirsin. Her feryadı kendileri aleyhinde sanırlar. Onlar düşmandırlar, bu yüzden onlardan kaçınıp sakının. –Allah onları kahretti; nasıl da çevriliyorlar!–
5,6Ve onlara: “Gelin Allah’ın Elçisi sizin için bağışlanma dilesin” denildiği zaman, başlarını yana çevirdiler. Sen, onların büyüklük taslayanlar olarak yüz çevirmekte olduklarını da görürsün. Senin onlar için bağışlanma dilemen ile dilememen, onlar için birdir. Allah, onlara kesin olarak mağfiret etmeyecektir; onları bağışlamayacaktır. Şüphesiz Allah, hak yolundan çıkmış bir topluma kılavuzluk etmez.
7Onlar: “Allah’ın Elçisi yanında bulunanlara hiçbir harcamada, mâlî destekte bulunmayın, sonunda dağılıp gitsinler” derler. Oysa göklerin ve yeryüzünün hazineleri Allah’ındır. Ancak münâfıklar iyice kavramıyorlar.
8Diyorlar ki: “Andolsun, Medîne’ye bir dönecek olursak, gücü ve onuru çok olan, düşkün ve zayıf olanı elbette oradan sürüp çıkaracaktır.” Oysa güç, onur ve üstünlük Allah’ın, O’nun Elçisi’nin ve mü’minlerindir. Ancak münâfıklar bilmiyorlar.
9Ey iman etmiş kimseler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah’ı anmaktan alıkoymasın. Böyle bir şeyi kim yaparsa, artık işte onlar, zarara, kayba uğrayıp acı çekenlerin ta kendileridir.
10Ve sizden birinize ölüm gelip de, ‘Rabbim! Beni yakın bir süre sonuna kadar geciktirsen, ben de böylece sadaka versem ve sâlihlerden olsam’ demezden önce, size rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda harcamada bulunun.
11Allah, kendi süresinin sonu gelmiş bulunan hiçbir kimseyi asla ertelemez de. Ve Allah, yaptıklarınıza haberdardır.
TAHLİL:
1Münâfıklar sana geldikleri zaman: “Biz, gerçekten tanıklık ederiz ki, şüphesiz sen, Allah’ın elçisisin” dediler. Allah da bilir ki şüphesiz sen O’nun elçisisin. Ve Allah tanıklık eder ki şüphesiz münâfıklar, kesinlikle yalancılardır.
2Onlar, yeminlerini bir kalkan edinip Allah’ın yolundan alıkoydular. Şüphesiz onlar, yaptıkları şeyler kötü olan kimselerdir.
3Bu, onların iman etmeleri, sonra iman etmemeleri nedeniyledir. Böylece kalplerinin üzerine damga vurulmuştur, artık onlar iyice kavrayamazlar.
4Onları gördüğün zaman da cüsseli yapıları –sanki onlar, dayandırılmış/yarı giydirilmiş ahşap kütükler gibidirler– beğenini kazanmaktadır. Söyledikleri zaman da kulak verirsin. Her feryadı kendileri aleyhinde sanırlar. Onlar düşmandırlar, bu yüzden onlardan kaçınıp sakının. –Allah onları kahretti; nasıl da çevriliyorlar!–
5,6Ve onlara: “Gelin Allah’ın Elçisi sizin için bağışlanma dilesin” denildiği zaman, başlarını yana çevirdiler. Sen, onların büyüklük taslayanlar olarak yüz çevirmekte olduklarını da görürsün. Senin onlar için bağışlanma dilemen ile dilememen, onlar için birdir. Allah, onlara kesin olarak mağfiret etmeyecektir; onları bağışlamayacaktır. Şüphesiz Allah, hak yolundan çıkmış bir topluma kılavuzluk etmez.
7Onlar: “Allah’ın Elçisi yanında bulunanlara hiçbir harcamada, mâlî destekte bulunmayın, sonunda dağılıp gitsinler” derler. Oysa göklerin ve yeryüzünün hazineleri Allah’ındır. Ancak münâfıklar iyice kavramıyorlar.
8Diyorlar ki: “Andolsun, Medîne’ye bir dönecek olursak, gücü ve onuru çok olan, düşkün ve zayıf olanı elbette oradan sürüp çıkaracaktır.” Oysa güç, onur ve üstünlük Allah’ın, O’nun Elçisi’nin ve mü’minlerindir. Ancak münâfıklar bilmiyorlar.
Münâfıkların karakterlerinin ve İslâm aleyhine faaliyetlerinin konu edildiği bu âyetlerde şunlar beyân buyurulmuştur:
- Münâfıklar, Rasûlullah’a geldikleri zaman, “Biz gerçekten şehâdet ederiz ki, şüphesiz sen Allah’ın Elçisi’sin” diyorlar. Ama bunda, samimi değiller.
- Onlar, yeminlerini bir kalkan edinip kötü şeyler yapmakta ve Allah’ın yolundan alıkoymaktadırlar.
- Onlar, bu hareketleri, önce iman etmeleri, sonra inkâr etmeleri sebebiyle yapmaktadırlar.
- Böylece kalplerinin üzerine damga vurulmuştur, artık onlar kavrayamazlar.
- Onları görenler, cüsseli yapıları nedeniyle adam yerine koyarlar, beğenirler, söylediklerine kulak verirler. Hâlbuki onlar dayandırılmış/yarı giydirilmiş kütüklere benzerler. Onların, aklı, iz’ânı, vicdanı ve kalbi yoktur. Onlar, kendilerini tam kamufle edememişlerdir, münâfıklıkları sırıtıp durmaktadır.
- Onlar, ürkektir; her feryadı kendileri aleyhinde sanırlar.
- Onlar düşmandırlar, bu yüzden onlardan sakınılmalı, onlara karşı tedbirli olunmalıdır.
- Onlara, “Gelin, Allah’ın Rasûlü sizin için mağfiret [bağışlanma] dilesin” denildiği zaman, onlar başlarını yana çevirirler. Onların büyüklük taslayarak yüz çevirdikleri görülür.
- Onlar için mağfiret dilenilmesi ile mağfiret dilenilmemesi onlarca birdir. Allah, onlara asla mağfiret etmeyecektir. Zira Allah, fâsık bir kavme hidâyet etmez.
- Onlar, “Allah’ın Rasûlü yanında bulunanlara hiç bir infakta bulunmayın da dağılıp gitsinler” derler. Oysa göklerin ve yeryüzünün hazineleri Allah’ındır. Ne var ki münâfıklar kavramıyorlar.
- Onlar, “Andolsun, Medîne’ye bir dönecek olursak, gücü ve onuru çok olan, düşkün ve zayıf olanı elbette oradan sürüp çıkaracaktır” dediler. Oysa izzet [güç, onur ve üstünlük] Allah’ın, O’nun Elçisi’nin ve mü’minlerindir. Ancak münâfıklar bilmiyorlar.
Bu âyet grubunun iniş sebebi şudur: Rasûlullah ve Müslümanlar, Mustalıkoğulları’nın Müslümanlarla savaşmak için toplandıklarını öğrenmiş ve onlarla savaşmak için yola çıkmışlardı. Müslümanlar arasında ganimet peşinde olan münâfıklar da yer alıyordu. İki ordu Mureysi adındaki su başında karşılaştı. Düşman bozguna uğradı ve birçok ganimet elde edildi.
Tirmizî’de Zeyd b. Erkam’dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Rasûlullah (s.a) ile birlikte gazada idik. Beraberimizde bedevîlerden birtakım kimseler de vardı. O bakımdan, “Bir an önce suya varalım” diye koşuşuyorduk. Bedevîler bizden önce suya ulaşıyorlardı. Arkadaşlarından önce giden bedevî Arap havuzu doldurur, etrafına taşlar koyar, sonra da arkadaşları gelinceye kadar üzerini deri bir örtü ile kapatırdı. Ensâr’dan bir kişi (bu şekilde su biriktirmiş) bedevî bir Arabın yanına gitti. İçmesi için devesinin yularını gevşetti, Bedevî onu bırakmak istemedi. Bunun üzerine Ensâr’dan olan o şahıs bir taş çekip aldı, bunun üzerine su da çekildi. Bedevî bir tahta parçası alıp, onunla Ensâr’dan olan o şahsın başına vurdu ve başını yaraladı. Ensâr’dan olan o şahıs münâfıkların başı Abdullah b. Ubey’in yanına gitti ve durumu ona haber verdi. –Bu kişi onun arkadaşlarındandı.– Abdullah b. Ubey bu işe öfkelendi, sonra da, “Rasûlullah’ın yanında bulunanlara infak etmeyin, ta ki onlar da –bedevîleri kastediyor– etrafından dağılıp gitsinler” dedi. Bedevîler yemek esnasında Rasûlullah’ın (s.a) yanında hazır bulunurlardı. Abdullah ibn Ubey dedi ki:
— Siz Muhammed’e, onlar Muhammed’in yanından ayrılıp gittikleri zaman yemek getirin. Böylece hem o, hem de o’nun yanında bulunanlar yemek yesin.
Sonra da arkadaşlarına şöyle dedi:
— Andolsun Medîne’ye döneceğiniz vakit, hiç şüphesiz en şerefli ve kuvvetli olan, en hakir olanı oradan çıkartacaktır.
Zeyd dedi ki: Bu sırada ben amcamın terkisinde idim. Abdullah b. Ubey’in sözlerini işittim, amcama söyledim. O da gidip Rasûlullah’a (s.a) haber verdi. Rasûlullah (s.a) Ubey’e haber gönderdi, o da yemin ederek bunu inkâr etti. Rasûlullah (s.a) bunun üzerine onu tasdik etti, beni de yalanladı. Amcam bana gelerek şöyle dedi:
— Sen ne yapmak istedin? İşte sonunda Rasûlullah (s.a) da, münâfıklar (Tirmizî’de; Müslümanlar) da sana öfkelendi ve seni yalanladı.
(Zeyd b. Erkam) dedi ki: O bakımdan daha önce hiçbir kimseye karşı göstermedikleri kadar bana karşı cüretkârlık gösterdiler. (Tirmizî’de, “Hiçbir kimsenin kederlenmediği kadar kederlendim” şeklindedir) Nihâyet Rasûlullah (s.a) ile birlikte bir seferde yol alıyorken ve kederden başımı öne eğmişken Rasûlullah (s.a) yanıma gelerek kulağımı büktü ve yüzüme güldü. Onun bu hâlini dünyada ebediyyen yaşamaya değiştirmem. Sonra Ebû Bekr bana yetişerek sordu:
— Rasûlullah (s.a) sana ne dedi?
Ben de şöyle karşılık verdim:
— Bir şey demedi, sadece kulağımı büktü ve bana güldü.
Ebû Bekr şöyle dedi:
— Müjde sana!
Sonra Ömer bana yetişti, ona da Ebû Bekr’e söylediğimin benzerini söyledim. Sabah olunca Rasûlullah (s.a), el-Münâfıkûn sûresi’ni okudu.[1]
Müfessirler şöyle demişlerdir: Hz. Ömer’in (r.a) ücretlisi, savaşların birinde Abdullah b. Ubey’in ücretlisi [adamı] ile dövüştü. Hz. Ömer’in (r.a) adamı, Abdullah b. Ubey için, hoşlanmayacağı sözler sarf etti, onun hakkında sert sözler kullandı. Abdullah b. Ubey de, yanında birtakım kimseler varken öfkelenip, “Allah’a yemin ederim ki, eğer Medîne’ye dönersek, daha şerefli ve güçlü olanlar, hakir ve zayıf olanları mutlaka oradan sürüp çıkaracaktır” dedi. “Daha şerefli ve güçlü” ifadesiyle kendisini, “hakir ve zayıf” ifadesiyle, (hâşâ) Rasûlullah’ı kastetti. Kavmine dönüp, Muhâcirleri kastederek, “Şu heriflere yardımda bulunmazsanız, şüphesiz onlar memleketinizden çekip giderler. Öyleyse onlara infakta bulunmayın ki, onlar Muhammed’in etrafından dağılıp gitsinler” dedi. İşte bunun üzerine bu âyet nâzil oldu.[2]
Paragrafın âyetleri açık olmakla birlikte biz, birkaç hususa değinmek istiyoruz. Önce münâfık tanımı üzerinde duralım. Kur’ân’da ilk olarak yer aldığı Ankebût sûresi’nde şu izahı yapmıştık:
منافق [münâfıq] sözcüğü, “yer altındaki ev, barınak, in” anlamına gelen نفق [nefeqa] sözcüğünden gelir. Kertenkele ve yaban faresinin yer altındaki yuvalarına نفقة [nüfeqa] ve نافقة[nâfiqa] denir.
Yaban faresinin yer altında birden çok yuvası olur. Başını birinden çıkarır, kaçtığı zaman yer altındaki yuvalardan hangisine gittiği bilinmez. O nedenle de yakalanmaz.
Münâfığa bu ismin verilmesinin sebebi, birden çok inancının olmasıdır. O, bir bakarsın İslâm dinine girmiş, bir bakarsın ondan çıkmış bir başka inanca girmiştir.[3]
Dinî bir terim olarak nifaq, “inanmadığı hâlde çeşitli sebeplerden dolayı ve menfaati icabı kendini Müslüman göstermek; Allah’a, Rasûlü’ne ve mü’minlere düşmanlığını gizlemek” demektir. Bunu yapan kişiye de “münâfık” denir.
Âyetten anlaşıldığına göre, münâfığın burada ön plâna çıkan özelliği, yükümlülüklerden kolayca sıyrılıp çıkmaya teşebbüs etmesidir. Toplum içinde fesatçı olmaları, akılları sıra Allah’a oyun etmeye kalkmaları, gösterişçi olmaları, salât görevine gönülsüz, üşene üşene katılmaları, bu önemli görevden kaçmaları, döneklikleri, maddî kazanç sağlamak için ahlâk dışı davranışlara başvurmaları, kötü sözlerin Müslümanlar arasında yayılmasını istemeleri, kötülük yapınca sevinmeleri, övünmekten hoşlanmaları gibi başka özellikleri de vardır. Bu özelliklerinden inşallah Bakara, Âl-i İmrân, Nisâ ve Mâide sûrelerinin tahlillerinde bahsedilecektir. Bu özellikleri nedeniyle münâfık tipler tüm toplumların her zaman en büyük problemi olmuştur.
- âyette, Sanki onlar, dayandırılmış/yarı giydirilmiş ahşap kütükler gibidirler buyurularak, münâfıklar bir köşeye dayandırılıvermiş ya da yarısı giydirilmiş yarısı meydanda duran ahşap kütüklere benzetilmiştir. Bu benzetmenin gerekçesi üzerinde şöyle fikir yürütülebilir: Münâfıklarda iman ve sâlihâtı işleme gibi değerli bir nitelik olmadığından, işe yaramadıklarından bu benzetme yapılmıştır. Çünkü bir yerde dayalı duran, kütük de bir işe yaramamaktadır.
Âyette geçen, مسندة[müsennede] sözcüğünde, “uzun elbise üzerine kısa elbise giydirilmiş” anlamı da vardır.[4] Bu, Araplarda bir övünme tarzıdır. Burada denilmek istenen şudur: Bir kütüğe atlas kumaştan elbise giydirsen, kütük yine kütüktür; insan elbisesi giydirilmekle kütüklükten çıkmaz. Bu benzetme, Türkçe’deki, “Eşeğe altın semer vursalar da eşek yine eşektir” atasözüne benzemektedir.