Peygamberliklerini kanıtlamaları için bazı seçilmişlere Allah tarafından ihsan edilmiş farklılıklaramucize denilmektedir. İnsanlar evrendeki fiziksel ve biyolojik süreçlere aykırıymış gibi görünen bu farklılıklarla karşılaştıklarında onların ancak Allah’ın yardımıyla ortaya çıkabileceği kanaatine sahip olurlar ve bu farklılıkları sergileyenlerin Hak peygamber olduklarına inanırlar.
Peygamberimizin mucizesi olan Kur’ân da, Arapların en ileri olduğu edebiyat alanında gerçekleşmiş bir mucizedir. Gerçekten de Arap Edebiyatı, bizim edebiyatımız da dâhil olmak üzere tüm dünya edebiyatına kaynak olmuş bir edebiyattır. Kur’ân tam anlamıyla edebî bir mucizedir. Edebi alandaki yüksek seviyesi dünyaca da kabul edilen bir toplum içinden bir kişi çıkmış ve başta toplumdaki edebiyatçılar olmak üzere herkesi hayran bırakan sözler söylemeye başlamıştır. Toplumu tarafından çok iyi tanınan bu kişinin daha önce edebiyatla hiç ilgilenmemiş olması insanları büyük bir şaşkınlığa düşürmüştür. Öyle ki, “Ben yazmadım, ben uydurmadım, bunlar bana Allah’ın vahyettiği Âyetlerdir” dediği halde kibirli şairler ona inanmamış, o sözlerden daha güzelini söylemek suretiyle onu alt etmek için ihtirasla gayret göstermişlerdir. Buna rağmen o sözlere benzer edebi metinler ortaya koyma konusunda tam bir acze düşmüşlerdir. Özetle, normal hayatındaki konuşmaları ile yine o eski Mekkeli Muhammed (a.s.) olan bu kişi, kendisine vahyolunduğunu söyleyerek okuduğu Kur’ân ile bir mucize sergilemiştir.
Dikkat edilirse burada iki ayrı mucizenin bulunduğu anlaşılır. İlki, daha önce edebiyatla hiç ilgilenmemiş bir kişinin birden bire mükemmel güzellikte sözler söylemeye başlaması; ikincisi ise bu sözlerin bir benzerinin hiçbir insan tarafından oluşturulamaz özellikte olmasıdır.
Kur’ân’la ilgili mucizeler bu ikisiyle sınırlı değildir. Onda ayrıca gayba, gaybın bir parçası olan geleceğe ait mucizeler de vardır. Bu mucizeler gerçekte Rabbimizin mucizeleri olup peygamberimizin şahsında ve Kur’ân’da sergilenmiştir.
Kur’ân’ın “mu’cizü’l- beyân” İfade Mucizesi oluşu sadece indiği zaman dilimi için değil, bugün için de geçerlidir. Bu özelliğini kıyâmete kadar devam ettireceği de bir o kadar kesindir. Ne var ki, bu mucizevî özelliği sadece Kur’ân’ın orijinal dili olan Arapça’da görülebilmekte, çeviri yoluyla başka bir dile taşınamamaktadır. Dolayısıyla Kur’ân’ı herhangi bir dile çevrilmiş mealinden okuyanların bu mucizeyi görmesi ve fark etmesi ne yazık ki mümkün değildir.
Kur’ân’da çoğu günümüz Türk Edebiyatı’nda da kullanılmakta olan birçok edebi sanat vardır. Kendi içlerinde ayrıca kısımlara ayrılan bu edebi sanatlardan bazıları şunlardır:
Teşbih, Hakikat, Mecaz, İstiare, Kinaye, Haber- İnşa cümlesi: Emir, Nehy, İstifham, Temenni, Nida, Kasr, Vasl- Fasl, İcaz, İtnab, Tıbak, Mukabele, Umum- Husus, İcmal- Tafsil, Mûsâvat, Zikir- Hazf, Cinas, Seci, Husnü’l- İbtida, Husnü’l- İntiha, İltifat vb.
Bu çalışma Kur’ân’ın iniş sırasına göre yapılmıştır. Çünkü Kur’ân’ı daha iyi anlamak için onu Sûrelerin iniş sırasına göre incelemekten yanayız. Aslında Kur’ân kronolojik sıralamaya uyularak parça parça inen Âyetler, necm necm inen Âyetler, gruplar hâlinde inen Âyetler arka arkaya getirilmek suretiyle yeniden tertip edilmeli ve bu şekli ile okunup anlaşılmaya çalışılmalıdır. Bize göre böyle bir düzenleme son derece gereklidir. Ancak bu gereklilikten önce bir zorunluluk daha vardır. Zira Rabbimiz Vâkıa Sûresinde bu hususa dikkatimizi çekmiştir:
(Vâkıa; 75.) “Hayır! Yıldızların yerlerine- zamanlarına yemin ederim ki/parça parça inmiş Âyetlerin yerlerini- zamanlarını [inişini] kanıt gösteririm ki…”
Bugün için Sûrelerin ve Âyetlerin iniş sırasını tamamen doğru olarak belirlemek imkân dâhilinde değildir. Bunun nedeni, bu amaçla hazırlanmış ve gerekli incelemelerden geçmiş, kuvvetli belgelere dayanan bir düzenlemenin mevcut olmayışıdır. Ancak; Kur’ân’ın üslûp ve içeriği göz önünde bulundurulmak şartı ile eski tespitlerden yola çıkılarak yapılacak bir çalışma, her ne kadar tam doğru bir tertibe ulaşmayı sağlamasa da, doğruya yakın bir tertibe yaklaşılmasını mümkün kılabilir.
Bilindiği gibi, Kur’ân bir kerede toplu olarak değil, iyice sindirilmesi, ortaya çıkan her bir problemi çözmesi ve en gizlileri bile deşifre etmesi gerekçeleriyle parça parça, necm necm, bölüm bölüm indirilmiştir:
(Furkan; 32-33.) Ve inkâr edenler: ‘Kur’ân ona bir defada topluca indirilmeli değil miydi?’dediler. Biz onu senin kalbine iyice yerleştirelim diye böyle. [parça parça indirdik] Ve Biz onu tane tane okuduk. Onların sana getirdikleri hiçbir temsil yoktur ki, sana hakkı, doğrusunu ve en güzel açıklamayı getirmeyelim.Bu şekilde parça parça, necm necm, bölüm bölüm inen Âyetler, Kur’ân’dan öğrendiğimize göre ilk dönemlerden itibaren sayfa sayfa yazılmış ve Sûreler hâline getirilmiştir. Çünkü bazı Âyetlerde (Bakara Sûresinin 23, Tevbe Sûresinin 6, 86, 124, 127, Nûr Sûresinin 1, Muhammed Sûresinin 20, Hud Sûresinin 13. Âyetlerine bkz. Abese sûresinin 13. Âyetinde de) Kur’ân sayfalarından bahsedilmektedir. Fakat Abese Sûresinin 13. Âyetinde sözü edilen Kur’ân sayfaları ne maddi olarak bugün elimizdeki 605 sayfadır, ne de diğer Âyetlerde sözü edilen Sûreler 114 adet olarak tespit edilmiş Sûrelerdir. Çünkü bugün elimizdeki Kur’ân sayfaları hattatların yazdığı sayfalardır. 114 adet olarak belirlenmiş Sûreler ise “Sûre“den söz eden Âyetlerin indiği zamandaki Sûre anlayışı ile değil, yıllar sonra sahabenin içtihatlarındaki anlayış ile belirlenmiş Sûre lerdir.
Bizim anlayışımıza göre, Kur’ân’daki her necm [vahy bölümü] bir sayfa, her konu da bir Sûre idi.
Gönül, her bir necmin iniş sırasının belirlenmiş olmasını, Sûrelerin tertibinin de bu sıralamaya uygun olarak yapılmış olmasını isterdi. Bunun Kur’ân’ın daha iyi anlaşılması konusunda kolaylık sağlayacağı kanısındayım. Şahsen içimde İslâm ülkelerindeki akademisyenlerin ortak çabalarıyla böyle bir çalışma yapılacağı ve bunda başarı sağlanacağı yönünde bir umut taşımaktayım. Ne var ki, şimdilik bu hayalin önünde bir takım engeller mevcuttur.
SAYFA ve SÛRELERİN OLUŞUMU:
Elimizdeki Mushaf, sayfa ve Sûrelerin sıralanışı yönünden kronolojik sıraya göre değil, sahabenin görüşleri doğrultusunda oluşturulmuştur. Özellikle belirtmek gerekirse, Kur’ân Allah’tan bu sıra ve tertip üzere gelmemiştir. Bu nedenle Sûrelerin tertibi konusunda İslâm bilginleri ve araştırmacılar arasında geniş bir ihtilâf vardır. Mevcut tertibin peygamberimiz tarafından yapıldığını, yani tertibin tevkifî [vahye dayalı]olduğunu iddia edenler olduğu gibi, sahabenin içtihatlarıyla yapıldığını ileri sürenler de vardır.
Tertibin tevkifî olduğunu ileri sürenler, Halife Osman zamanında yazılan ve “İmam” ismi verilen Mushaf’ın bütün sahabe tarafından muhalefet edilmeden icmaen kabul edildiğini de iddia etmişler ve diğer şahıs Mushaflarının yakılmasının mevcut tertibin Allah tarafından vahiy ile yaptırıldığına yeterli kanıt olduğunu söylemişlerdir. Hâlbuki Kur’ân’da böyle bir vahiy yoktur. Olmadığı için de “vahy-i gayr-i metluv” şeklinde bir kavram ihdas edilmiştir.
İmam Mâlik’in de içinde bulunduğu ve mevcut tertibin sahabe içtihadına dayandığını kabul eden görüş sahipleri ise, sahabe elinde bulunan Mushafların farklı tertiplerde oluşunu kendi görüşlerinin doğruluğuna kanıt olarak göstermektedirler.
Bizim bu konudaki görüşümüz şudur: Mevcut tertibin tevkifî olduğunu iddia edenler, her şeyden önce bu iddialarına Kur’ân’dan herhangi bir delil getirememektedirler. Konunun irdelenmesine “bu konuda icma var” gibi bağlayıcı tavırlarla karşı çıkılması gerçeği yansıtmadığı gibi, Kur’ân’a ve İslâm’a da uygun değildir. Çünkü tarihsel olarak bu konuda bir icmanın var olduğu ileri sürülemez; konu bilimsel adıyla “Müttefakun aleyh“ [oy birliği sağlanmış] bir konu olmayıp “Muhtelefün fih“ [tartışmalı] olan bir konudur. Nitekim İbn-i Mesud’un Mushaf’ında Tevbe Sûresinin başında besmele olduğunu nakleden kaynakların mevcudiyeti, konunun tartışmalı olduğunu göstermektedir. Ayrıca Âyetlerin tertibinde herhangi bir ihtilâf olmamakla beraber bazı sahabilerin Sûrelerin tertibinde farklılıklar olan Mushafları kendi yanlarında muhafaza ettikleri de nakledilen rivayetler arasındadır. Nitekim bugünkü Mushaf’ın dışında, İbni Mesud Mushaf’ı, Ali Mushaf’ı, İbni Abbas Mushaf’ı, Ubeyy b. Ka’b Mushaf’ı gibi farklı tertip edilmiş Mushaf’ların da varlığı bilinmektedir. İbni Mesud’un Mushaf’ında Fatiha, Bakara, Nisâ, Al-i İmran… şeklinde sıralanmış olan Sûreler, Osman’ın Mushaf’ında Fatiha, Bakara, Al-i İmran, Nisa… şeklinde sıralanmıştır. Her iki Mushaf’ta da iniş sırası gözetilmemiştir. İniş sırasına göre tertip edildiği söylenen Ali Mushaf’ı ise Alak, Müddessir, Kalem, Müzzemmil, Tebbet, Tekvîr, A’lâ… Sıralamasıyla, önce Mekkî Sûreler sonra da Medenî Sûreler şeklinde tertip edilmiştir. Sûrelerin tertibinde görülen bu farklılıklar, tertibin tevkifî olmayıp sahabenin içtihatlarına göre yapıldığına delâlet etmektedir.Sonuç olarak şunu söylemek mümkündür: Kur’ân okurken Âyet ve Sûrelerin sıralanışı ile ilgili olarak herhangi bir Kur’ân Âyetinden destek almayan, tertibi hakkında müçtehitlerin icma ettikleri kanıtlanamayan ve birden fazla mevcudu bulunan tertiplere uymak hiçbir şekilde zorunlu değildir.
Mekkî ve Medenî Sûreler ayırımı, Sûrelerin indiği mekânlar dikkate alınmadan, sadece Hicret göz önüne alınarak yapılmıştır. Çünkü mekâna göre bir ayırım yapılmış olsaydı, yollarda inen Sûreleri, meselâ Mina, Arafat, Bedir ve Uhud gibi bölgelerde inen Sûreleri de ayrı bir kısım olarak saymak gerekecekti.
Mekkî ve Medenî şeklinde bir ayırım yapılmış olmasına rağmen, bazı Sûrelerin tamamının Mekkî ve bazı Sûrelerin de tamamının Medenî olmadığı bilinmektedir. Yani bazı Mekkî Sûrelerin içinde Medenî döneme ait, bazı Medenî Sûrelerin içinde de Mekkî döneme ait Âyetler vardır. Bu Âyetlerden bazıları bu cildin ilgili bölümlerinde belirtilmiştir.
Sûrelerin kaç tanesinin Mekkî, kaç tanesinin Medenî veya kaç tanesinin karışık olduğu üzerinde görüş birliği sağlanmış değildir. Suyûtî’ye göre 82 Sûre Mekkî, 20 Sûre Medenî, geriye kalan 12 Sûre ise ihtilâflıdır. Ubeyy b. Ka’b’a göre 87′si Mekkî, 27′si Medenî’dir. Nöldeke’ye göre 90′ı Mekkî, 24′ü Medenî’dir. Mısır Meliki Fuat’ın 1342′de ilmî bir heyete tetkik ettirerek bastırdığı Mushaf’a göre ise, Sûrelerin 86′sı Mekkî, 28′i Medenî’dir. Bu mushafın her Sûresinin başında o Sûrenin Mekkî veya Medenî olduğu, Mekkî ise içindeki Medenî Âyetler, Medenî ise içindeki Mekkî Âyetler, Sûrenin hangi Sûreden sonra nazil olduğu ve ihtiva ettiği Âyet sayısı bildirilmektedir.
Sûreler, içlerindeki dikkat çekici bir kelimeye veya genel içeriğine göre isimlendirilmiştir. Bu nedenle bazı Sûrelerin birden fazla ismi vardır. Meselâ Fatiha Sûresine yirmi kadar isim verilmiştir: Fatihatu’l- Kitab, es- Seb’ul’l- Mesâni, Ummu’l- Kitab, el- Kâfiye, el- Esâs, ed- Dua… gibi. Enfâl Sûresinin diğer bir ismi Bedr, İsrâ Sûresininki Subhân, Neml Sûresininki Süleymân, Fâtır Sûresininki el- Melâike’dir. Bazen de iki veya ikiden fazla Sûreye müşterek bir isim verilmiştir. Meselâ Bakara ve Al-i İmran Sûrelerine ez- Zahrâvân, Felâk ve Nâs Sûrelerine de el-Muavvizetân denilmektedir.
Peygamberlere ait kıssaları ihtiva eden Sûreler, genellikle Sûrede konu edilen peygamberin adı ile isimlendirilmişlerdir: Nûh, Hud, İbrahîm, Yûsuf, Muhammed Sûreleri gibi. Çeşitli kavim ve kabilelerden bahseden bazı Sûreler de o kavimlerin isimleriyle adlandırılmışlardır: Benû İsrail, el- Melâike, el- Cinn, el- Münafikûn, el-Mutaffifûn Sûreleri gibi. Ancak bu bir kural olmadığı gibi, Sûrelerin bahsettikleri konuya göre adlandırılmaları şart da değildir. Meselâ Mûsâ (a.s.)’dan bahseden Tâ Hâ, Kasas ve A’râf Sûrelerindenhiç biri Mûsâ Sûresi diye adlandırılmamıştır.
Besmeleler, yani elimizdeki Mushaflarda her Sûrenin başında bulunan besmeleler Kur’ân’dan olmayıp iki Sûre arasını belirtmek amacıyla hattatlar tarafından konulmuştur. Fâtiha Sûresinin başındaki besmele ise Kur’ân’dandır ve o Sûrenin birinci Âyetidir. Nüzul sırasına göre Fâtiha Sûresi beşinci sırada yer aldığından, biz Fâtiha’nın besmelesinden önce de ayraç olarak besmele koymuş bulunuyoruz.