el-Hasen dedi ki: “Bu, Rasûlullah (s.a) bayram namazını kılmadan önce kurbanlarını kesen bir kesim hakkında inmiştir. Bu buyrukla onlara yeni bir kurban kesmelerini emretmektedir.” İbn Güreye dedi ki: “Sizler itaat olan amellerinizi Allah’ın ve Rasûlü’nün emretmiş olduğu vakitten önce yapmaya kalkışmayın.”
Zeyd b. Erkam da şöyle demektedir: Bir grup insan Peygamber’in (s.a) huzuruna geldi ve biri diğerine şöyle dedi: “Haydi sizinle şu adama gidelim. Eğer bir peygamber ise o’na uymak sûretiyle insanların en mutluları oluruz. Şâyet bir kral ise o’nun yakınında bulunmakla hayatımızı yaşarız.” Peygamber’e (s.a) gelip o hücresinde iken o’na, “Yâ Muhammed, yâ Muhammed!” diye seslenmeye koyuldular. Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerîmeyi indirdi.[2]
Denildiğine göre bunlar, Temimoğulları’ndan idiler.
Mukâtil dedi ki: “19 kişi idiler: Kays b. Âsım, ez-Zibrikan b. Bedr, el-Akra b. Habis, Süveyd b. Hâşim, Hâlid b. Mâlik, Alâ b. Habis, Ka‘ka‘ b. Mabed, Vekîl b. Vekî ve Uyeyne b. Hısn… Kendisine itaat olunan ahmak diye bilinen odur. Etrafında çokça asker bulunanlardan birisi idi. Ardından 10.000 mızraklı kişi giderdi. Adı Huzeyfe’dir. Gözünün üst kapağı yukarı doğru dönmüş olmasından dolayı ona Uyeyne denilmişti.”[3]
6Ey iman etmiş kimseler! Eğer hak yoldan çıkmışın biri size bir haber getirirse hemen araştırın/tesbit edin. Yoksa bilmeden bir topluluğa sataşırsınız/zarar getirirsiniz de yaptığınıza pişman olan kimseler olursunuz.
7,8Ve şüphesiz içinizde Allah’ın Elçisi’nin varlığını bilin. Şâyet o, birçok işlerde size uysaydı, kesinlikle sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah, Kendisinin bir lütuf ve nimeti olarak, size imanı sevdirdi ve onu kalplerinize zînet yaptı. Küfrü; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmeyi, hak yoldan çıkmayı ve isyanı da size çirkin gösterdi. İşte bunlar, rüşde/akıl erginliğine sahip kimselerin ta kendileridir. Ve Allah, en iyi bilendir, en iyi yasa koyandır, en çok sağlam yapandır.
Bu âyetlerde mü’minlere, ihtiyatlı olmaları bildirilmekte; bir fâsık tarafından getirilen haberin hemen tasdik edilmemesi ve ona dayanarak insanlar hakkında hüküm verilmemesi, haberin doğru olup olmadığının tahkik ve tesbit edilmesi emredilmektedir. Aksi takdirde, suçsuz kimselere zarar verebilecekleri ve pişman olacakları bildirilmektedir.
Mü’minler, Allah’ın Elçisi’nin içlerinde bulunduğunu bilmeli ve o’ndan yararlanmalı, o’na zarar gelebilecek davranışlardan uzak durmalı ve o’nun istediklerini tereddütsüz uygulamalıdırlar. Zira o, söylediğini ve yaptığını vahiy terbiyesi ile söyler ve yapar. (Allah, Kendisinin bir lütuf ve nimeti olarak, size, imanı sevdirdi ve onu kalplerinize zînet yaptı. Küfrü, fâsıklığı ve isyanı da size çirkin gösterdi. İşte bunlar, rüşde sahip kimselerin ta kendilerdir. Ve Allah, en iyi bilendir, en iyi yasa koyandır.)
Bu âyet grubunun iniş sebebine dair şunlar nakledilmiştir:
Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse… buyruğu, denildiğine göre el-Velîd b. Ukbe b. Ebî Muayt hakkında inmiştir. Buna sebep, Sa‘îd’in Katâde’den rivâyet ettiğine göre şudur: Peygamber (s.a) el-Velîd b. Ukbe’yi zekâtlarını toplamak üzere Mustalıkoğulları’na göndermişti. Onlar Velîd’i görünce ona doğru yürüdüler, o da onlardan korktu. –Rivâyete göre korkmasının sebebi (câhiliye döneminden kalma) aralarındaki bir husumet idi.– Peygamber’e (s.a) geri dönerek İslâm’dan irtidad ettiklerini haber verdi. Bunun üzerine Peygamber (s.a) Hâlid b. el-Velîd’i göndererek ona işi iyice tesbit edip araştırmasını ve acele etmemesini emretti. Hâlid yola koyuldu, nihâyet geceleyin onların yurduna vardı. Gözcülerini gönderdi, geri geldiklerinde Hâlid’e Mustalıkoğulları’nın İslâm’a sımsıkı sarılmış olduklarını, ezan okuduklarını ve namaz kıldıklarını duyduklarını haber verdiler. Sabah olunca Hâlid onların yanına vardı ve gözcülerin söylediklerinin doğruluğunu gözleriyle gördü. Allah’ın Peygamberi’ne dönerek o’na durumu haber verdi. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oklu. Bundan dolayı yüce Allah’ın Peygamber’i, “Teenni Allah’tan, acele şeytândan” buyururdu.
Bir diğer rivâyete göre Peygamber (s.a) onu [el-Velîd b. Ukbe’yi] Müslüman olmalarından sonra Mustalıkoğulları’na göndermişti. Onun geleceğini haber alınca, onu karşılamak üzere bineklerine bindiler. O da onların bu hâllerini işitince onlardan korktu. Rasûlullah’a (s.a) geri dönerek Mustalıkoğulları’nın kendisini öldürmek istediklerini ve zekât vermediklerini bildirdi. Rasûlullah (s.a) da onların üzerine bir gaza düzenlemeyi içinden geçirdi. Bu hâlde bulunuyorken heyetleri Rasûlullah’ın (s.a) huzuruna gelerek, “Ey Allah’ın Rasûlü! dediler, “Senin gönderdiğin elçinin haberini aldık, ona ikramda bulunalım ve üzerimizdeki zekâtları ona ödeyelim diye yoluna çıktık. O ise geri döndü. Bize ulaştığına göre Rasûlullah’a onunla savaşmak üzere çıktığımızı iddia etmiş, Allah’a yemin olsun ki biz bu maksatla çıkmadık.” Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerîmeyi indirdi.[4]
Hz. Peygamber (s.a), Velîd ibn Ukbe’yi –ki bu, Hz. Osman’ın ana bir kardeşidir– zekât memuru olarak Mustalıkoğulları’na göndermiş, onlar da onu karşılamak istemişlerdi. Ama Velîd, onların savaşacaklarını zannetmiş, gerisin geriye Hz. Peygamber’in (s.a) yanına dönerek, onların zekât vermeye yanaşmadıklarını söylemiş, bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) de, onlarla savaşmayı tasarlamıştı. Derken, bu âyet-i kerîme nâzil oldu da, Hz. Peygamber’e (s.a) onların bu söylenilen şeylere dair hiçbir şey yapmamış olduğunu haber verdi. Bu izah, onların [ulemânın], bu âyetin işte o zaman nâzil olduğunu söylemeleri hâlinde yerinde olur. Ama, bu âyetin, bundan dolayı inip, sadece buna mahsus olduğu ve başka olayları ilgilendirmediği fikri geçerli olmaz. Tam aksine, biz diyoruz ki: Bu âyet-i kerîme, araştırıp soruşturmayı ve fâsık sözüne itimat edilmemesi gerektiğini beyân etmek için, genel anlamda [genel ve kapsayıcı bir hükümle] nâzil olmuş olan bir âyettir. Bu âyetin, sırf bu hâdise hakkında nâzil olduğunu söyleyenlerin görüşlerinin tutarsız olduğuna, Allah Teâlâ’nın, “Ben bu âyeti, işte bunun için indirdim” dememiş olması da delâlet eder. Hz. Peygamber’in (s.a) de, bu âyetin sadece bu durumu açıklamak için nâzil olduğuna dair bir açıklaması yoktur.[5]
9Ve eğer mü’minlerden iki grup birbirleriyle savaştırılırlarsa, hemen onların arasını düzeltin. Şâyet biri ötekinin üzerine saldırırsa, Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Sonra da saldırgan, eğer dönerse aralarında adaletle barış yapın ve hakkaniyetle davranın. Şüphesiz ki Allah, hakkaniyetle davrananları sever.
10Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse rahmete ermeniz için kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’ın koruması altına girin.
Bu âyetlerde, mü’minlere evrensel ilkeler öğretilmekte; oyuna gelerek aralarında savaşmaları hâlinde izlemeleri gereken yol gösterilmektedir: Eğer mü’minlerden iki grup birbirleriyle savaştırılırlarsa, diğer mü’minler seyirci kalmayıp hemen harekete geçmeli, onların arasını düzeltmelidirler. Mü’minin mü’mini kasten öldüremeyeceği, mü’minlerin kardeş oldukları öğretilmeli ve sulh sağlanmalıdır. Bu girişime rağmen grubun biri ötekine saldırmaya devam ederse, Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar saldırgan tarafla savaşılmalıdır. Eğer vazgeçerlerse aralarında adaletle barış yapılmalı ve hakkaniyetle davranılmalıdır. Şüphesiz ki Allah, hakkaniyetle davrananları sever.
Görüldüğü üzere âyette, Ve eğer mü’minlerden iki grup birbirleriyle savaştırılırlarsa buyurulmuş, “savaşırlarsa” buyurulmamıştır. Sözcüğün aslı iqtetelu olup, mutavaat anlamını içerir. Bu da birilerinin oyununa gelerek, provokasyon sonucu savaşı ifade eder. Normal şartlarda mü’min, mü’mine savaş açamaz, mü’min, mü’mini öldürmek için elini uzatamaz, mü’min, mü’mini kasten öldüremez:
92Ve hata dışında bir mü’minin, diğer bir mü’mini öldürmesi söz konusu değildir. Ve kim bir mü’mini, kasıtsız/kaza ile öldürürse, mü’min bir köleyi özgürlüğe kavuşturmalı ve ölenin ailesine/varislerine teslim edilecek bir diyet vermelidir. –Ancak ölünün ailesinin bağışlaması müstesnadır.– Eğer öldürülen, mü’min olmakla beraber size düşman bir toplumdan ise, o zaman öldürenin, mü’min bir köleyi özgür bırakması gerekir. Eğer öldürülen sizinle aralarında antlaşma olan bir toplumdan ise öldürenin, ölenin ailesine diyet vermesi ve mü’min bir köleyi özgürlüğüne kavuşturması gerekir. Bunlara gücü yetmeyenin de Allah tarafından tevbesinin kabulü için arka arkaya iki ay oruç tutması gerekir. Allah, en iyi bilendir, en iyi yasa koyandır.
93Ve kim bir mü’mini kasten [bile bile, isteyerek] öldürürse, işte onun cezası, içinde sürekli kalmak üzere cehennemdir. Ve Allah, ona gazap etmiş, onu dışlamış, rahmetinden mahrum bırakmış ve onun için çok büyük bir azap hazırlamıştır.
(Nisâ/92-93)
27-29Onlara iki Âdemoğlunun haberini de hakkıyla oku. Hani her ikisi birer kurban sunmuşlardı da birinden kabul edilmiş, diğerinden kabul edilmemişti. O: “Seni kesinlikle öldüreceğim” dedi. Diğeri: “Allah, yalnız Kendisinin koruması altına girmiş kişilerden kabul eder. Sen, beni öldürmek için elini bana uzatsan da, ben, elimi, seni öldürmek için uzatacak değilim [ben, elimi seni etkisiz kılmak için uzatırım]. Şüphesiz ben, âlemlerin Rabb’i Allah’tan korkarım. Şüphesiz ben, isterim ki sen, beni öldürmen nedeniyle oluşacak günahı ve kendi günahını yüklenip de Ateş’in ashâbından olasın! Şirk koşarak, küfrederek yanlış; kendi zararlarına iş yapanların da cezası budur!” dedi.
30Bunun üzerine kurbanı kabul edilmeyenin egosu kendisine, kardeşini öldürmeyi kolay gösterdi, sonra da onu öldürdü. Kendisi de zarara uğrayanlardan oluverdi.
31Sonra Allah, hemen ona kardeşinin cesedini nasıl gömmekte olduğunu göstermek için toprağı eşeleyen bir karga gönderdi. O, “Yazıklar olsun bana, ben, şu karga gibi olmaklığımla âciz mi oldum da kardeşimin cesedini gömüyorum.” dedi. Sonra da pişman olanlardan oldu.
32İşte bunun için Biz, İsrâîloğulları’na: “Şüphesiz her kim bir zat veya yeryüzünde bozgunculuk karşılığı olmadan bir zatı öldürürse artık bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir zatın yaşamasına sebep olursa, bütün insanları yaşatmış gibi olur” şeklinde farz kıldık. Ve kesinlikle onlara elçilerimiz açık deliller ile geldiler. Sonra da şüphesiz onların birçoğu, kesinlikle yeryüzünde aşırı davranan kimselerdir.
(Mâide/27-32)
Bu âyetlerin iniş sebebine dair şunlar nakledilmiştir:
Yüce Allah’ın, Eğer mü’minlerden iki grup birbirleriyle çarpışırlarsa, onların aralarını düzeltin buyruğu ile ilgili olarak el-Mutemir b. Süleymân, Enes b. Mâlik’ten şöyle dediğini rivâyet etmektedir: “Ey Allah’ın Peygamber’i! Sen Abdullah b. Ubey’e gitsen” dedim. Bunun üzerine Peygamber (s.a) ona gitmek üzere yola koyuldu. Bir eşeğe bindi. Müslümanlar da yayan yürüdü. Orası çorak bir arazi idi. Peygamber (s.a) onun yanına varınca, “Benden uzak dur, Allah’a yemin ederim, eşeğinin pis kokusu beni rahatsız etti” dedi. Ensâr’dan bir adam, “Allah’a yemin ederim, Rasûlullah’ın (s.a) eşeğinin kokusu senden daha hoştur” dedi. Kavminden bir adam, Abdullah b. Ubey’e böyle söylenildiği için öfkelendi. Her birisi adına arkadaşları öfkelenip kızdı. O bakımdan kuru hurma dallarıyla, ellerle ve ayakkabılarla aralarında bir çarpışma meydana geldi. Bize ulaştığına göre bu âyet onlar hakkında inmiştir.
Mücâhid dedi ki: “Âyet-i kerîme Evs ve Hazrecliler hakkında inmiştir.” (Yine) Mücâhid dedi ki: “Ensâr’dan iki kesim sopalarla ve ayakkabılarla birbiriyle çarpıştı. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme indi.”
Bunun benzeri bir rivâyet de Sa‘îd b. Cübeyr’den gelmiştir. Buna göre Evs ile Hazrec arasında Rasûlullah (s.a) döneminde kuru hurma dalları, ayakkabı ve benzerleri ile bir çarpışma oldu. Yüce Allah da hakklarında bu âyet-i kerîmeyi indirdi.
Katâde dedi ki: Âyet-i kerîme bir hakk konusunda herkesin karşı tarafı hakksız bulduğu Ensâr’dan iki kişi hakkında inmiştir. Birisi, “Hakkımı zorla alacağım” demişti, çünkü aşireti çoktu. Diğeri de onu Rasûlullah’ın (s.a) huzurunda mahkemeleşmeye çağırdı, ancak onun dediğini kabul etmedi. Bu durum aralarında böylece devam edip gitti, nihâyet birbirlerine düştüler. El, ayakkabı ve kılıçlarla birbirlerine giriştiler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme indi.
el-Kelbî dedi ki: “Âyet-i kerîme Sümeyr ve Hatıb adındaki iki kişi dolayısıyla meydana gelen savaş hakkında inmiştir. Sümeyr, Hatıb’ı öldürmüştü. Bu sebeple Evslîlerle Hazrecliler Peygamber (s.a) yanlarına gelinceye kadar birbirleriyle çarpıştılar. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Yüce Allah bununla Peygamberi’ne ve mü’minlere aralarını düzeltmelerini, barış yapmalarını emretti.”
es-Süddî dedi ki: “Ensâr’dan Umm Zeyd diye anılan bir kadın, Ensâr’dan olmayan bir adamla evliydi. Kocası ile aralarında tartışma çıktı. O akrabalarını ziyaret etmek istediği hâlde, kocası ona engel oldu ve akrabalarından hiçbir kimsenin yanına giremeyeceği yüksekçe bir yerde onu yerleştirdi. Kadın da akrabalarına haber saldı. Akrabaları gelip onu götürmek üzere bulunduğu yerden aşağıya indirdiler. Bunun üzerine kocası çıkıp kendi yakınlarından yardım istedi. Akrabaları tarafından kadının alınıp götürülmesini engellemek üzere amca çocukları çıkıp geldi. Aralarında itiş-kakış oldu, ayakkabılarla birbirlerine vurdular. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.”[6]
11Ey iman etmiş kimseler! Bir topluluk bir topluluğu alaya almasın. Olabilir ki alay ettikleri topluluk kendilerinden hayırlıdır. Kadınlar da başka kadınları alaya almasın. Belki de alay ettikleri kadınlar, kendilerinden hayırlıdır. Kendinizi de fırlatıp atmayın; ayıplamayın, küçük düşürmeyin; birbirlerinizi lakaplar ile fırlatıp atmayın; küçük düşürmeyin, küçümsemeyin. İmandan sonra hak yoldan çıkış ile adlanmak ne kötü şeydir! Ve kim hatadan dönmezse, işte onlar yanlış; kendi zararlarına iş yapanların ta kendileridir.
12Ey iman etmiş kimseler! Zannın birçoğundan sakının. Şüphesiz zannın bir kısmı zaman kaybına neden olan şeylerdendir/ hayırda ağırdan almadır/ zarar vermedir/ kusur oluşturmadır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Bir bölümünüz bir bölümünüzü YOK SAYIP ONLARA AİT BİR DEĞERİ SAHİPLENMESİN. Sizden biriniz ölmüş kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte, bunu çirkin buldunuz. Ve Allah’ın koruması altına girin. Şüphesiz Allah, tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı verendir, çok merhamet sahibidir.
Bu âyetlerde şu ahlâkî kurallar konulmuştur:
- Mü’min erkeklerden bir topluluk bir topluluğu alaya almasın; zira alay ettikleri topluluk kendilerinden hayırlı olabilir. Kadınlar da başka kadınları alaya almasın; zira alay ettikleri kadınlar, kendilerinden hayırlı olabilir.
- Mü’minler kendilerini ayıplamamalı, küçük düşürmemelidir; birbirlerini de lakaplarla küçük düşürmemeli, küçümsememelidir. (İmandan sonra fâsıklık ile adlanmak ne kötü şeydir! Ve kim tevbe etmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.)
- Mü’minler zannın birçoğundan da sakınmalıdır. Şüphesiz zannın bir kısmı zaman kaybına neden olan şeylerdendir/ hayırda ağırdan almadır/ zarar vermedir/kusur oluşturmadır.
- Mü’minler birbirinin kusurunu araştırmamalı, gıybet yapmamalıdır; diğer kardeşlerini YOK SAYIP ONLARA AİT BİR DEĞERİ SAHİPLENMEmelidir . (Sizden biriniz ölmüş kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte, bunu çirkin buldunuz. Allah’a da takvâlı davranın. Şüphesiz Allah, tevvâb’dır, rahîm’dir.)
Her yerde ve her zaman geçerli olan ahlâkî kurallar içeren bu âyetlerin sebeb-i nüzûlü hakkındaki nakilleri zikretmeyi gereksiz gördüğümüz için ihmal ediyoruz.
Buradaki, Şüphesiz zannın bir kısmı günahtır ifadesi, yukarıdaki fâsığın getirdiği haberin tahkik ve tesbit edilmesi emrini pekiştirmektedir. Zann hususunda daha önce de uyarılar yapılmıştı:
28Oysaki onların bu konuda hiçbir bilgisi yoktur. Onlar yalnızca zanna uyuyorlar. Zan ise “Hak”tan hiçbir şey kazandırmaz.
(Necm/28)
36Ve onların çoğu, ancak bir zanna uyarlar. Şüphesiz ki zan, “hak”tan hiçbir şey kazandırmaz. Şüphesiz Allah, onların yaptıklarını çok iyi bilir.
(Yûnus/36)
Âyetlerin sonunda Allah, tevvâb [tevbeleri çokça kabul eden] olarak tavsif edilerek, bu ahlâksızlıkları işleyenlere dönüş fırsatı verildiğine işaret edilmektedir; kul işlediği suçlardan dönerse, Allah onu cezalandırmaktan dönecektir.
الغيبةGIYBET
Gıybet, “bir kimsenin arkasından hoşuna gitmeyecek şeyleri söylemek, başka bir deyimle, kendimize söylendiği zaman hoşlanmayacağımız bir şeyi, bir başkası hakkında arkasından söylemek” şeklinde yaygınlaşmıştır.
Gıybet sözcüğü genellikle “mecliste bulunmayan birisini kötü sözlerle anma, onu kötüleme” mânasında kullanılmaktadır. Söylenen söz doğruysa gıybet, yalansa iftira, bühtan kabul edilir. Halk arasında genellikle dedikodu, koğuculuk, gıybet ile aynı anlamda kullanılır.
Kur’an’da Hucurât/12’de,
وَلَا يَغْتَب بَّعْضُكُم بَعْضًا أَيُحِبُّ أَحَدُكُمْ أَن يَأْكُلَ لَحْمَ أَخِيهِ مَيْتًا فَكَرِهْتُمُوهُ
şeklinde yer alır. Ayetteki sözcük ise yukarıda arz edilenden başka bir anlamdadır.
Gıybet sözcüğü, “ غ ى بgyb” kökünün beş harf haline getirilmiş hali olan “ إغتيابiğtiyab” kalıbından isimdir. “ غَيَبَGayebe’den gelenler ise “ غَيْبةgaybet”, “ غيبوبةgaybubet’dir.
“ غ ى بGyb” sözcüğünün üç harfli kök anlamı; öz anlamı, “uzaklaşmak, gözden kaybolmak, gizli kalmak” demektir. (Lisânü’l-ʿArab, “ غ ي بġyb” md.; Tâcü’l-ʿarûs, “ġyb” md.).
Hucurat/ 12. ayette de geçen يَغْتَب لَا lâ yeğteb sözcüğü إفتعالiftial babından “nehy-i gâib”dir (üçüncü şahıslara olumsuz emir kipidir). Türediği “ إغتيابiğtiyap” kökünü ve bu yapının, fiillerin anlamını mutavaat (uyum) anlamına dönüştürdüğünü dikkate alırsak, genel kullanımın, anlayışın yetersizliği ve sözcüğün gerçek anlamını yansıtmadığı anlaşılır.
Buradan hareketle “gıybet” sözcüğün öz anlamının “görmezden, duymazdan, bilmezden gelme, yokmuş gibi davranma,” yok sayma, yokmuş gibi davranma, bir eserin, bir fikrin sahibini gizleme, başkasına ait bir şeyi kendisinin gibi gösterme, patent hırsızlığı yapma, emek ve eser hırsızlığı, mirasta mal kaçırma vs. gibi birçok konunun olduğu ortaya çıkar.
Ayette de “Gıybet/ iğtiyab (görmezden, duymazdan, bilmezden gelme, yokmuş gibi davranma), ölmüş bir din kardeşinin etini yemeye benzetilmiştir. Bu benzetmeden, anlaşılan da odur ki burada konu edilen gıybet, başka birisini yok sayıp ona ait herhangi bir değerin üstüne yatmak, onu sahiplenmek ve o değerden yararlanmaktır.
Örneğin bir şarkının güftecisini, bestecisini söylemeden, bildirmeden, izin almadan ondan para kazanmaktır. Birisinin şiirini, hikayesini, romanını, makalesini, fikrini kendinin gibi değerlendirmektir.
Kısacası, ayette geçen iğtiyap/ gıybet hak hırsızlığı olup tamamen kul hakkı yemektir yani habersiz ve izinsiz bir başkasının emeğinin üstüne çökmektir. Genel anlayıştaki şekliyle dedikodu yapmak değildir.
13Ey insanlar! Biz sizi, bir erkek ile bir dişiden oluşturduk, birbirinizle tanışasınız diye sizi uluslar ve oymaklar yaptık. Şüphesiz ki, Allah katında en değerliniz, en çok Allah’ın koruması altına girmiş olanınızdır. Gerçekten Allah, en iyi bilendir, en çok haber alandır.
Bu âyette, insanlığın kökenin birliği, kabile ve toplum oluşumlarının tanışım-bilişim için olduğu, kimseye üstünlük sağlamayacağı, üstünlüğün takvâya göre olduğu gerçeği beyân edilmekte; böylece, insanlığı felakete sürükleyen ırkçılığın önüne set çekilmektedir.
Kur’ân, Yahûdilerin, kendi kavimlerini diğer kavimlerden üstün gördüğünü bildirmektedir:
18Ve Yahudiler, Hristiyanlar, “Biz, Allah’ın oğullarıyız ve O’nun sevgilileriyiz” dediler. De ki: “Madem öyle niçin günahlarınız sebebiyle Allah size azap ediyor?” Tam tersi, siz, O’nun oluşturduklarından birer beşersiniz. O dilediği kişiyi bağışlar, dilediğine azap eder. Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin sahipliği, yönetimi de Allah’ındır. Dönüş de yalnızca O’nadır.
(Mâide/18)
111Bir de inananları Yahûdileştirmek, Hristiyanlaştırmak isteyenler, “Yahûdi ve Hristiyanlardan başkası asla cennete giremeyecek” dediler. Bu, onların kendi kuruntularıdır. De ki: “Eğer doğru kimseler iseniz, delilinizi getirin.”
112Hayır, aksine kim iyileştiren-güzelleştiren biri olarak kendisini Allah için islâmlaştırırsa, işte onun, Rabbi katında ödülü vardır. Onlara hiçbir korku da yoktur ve onlar üzülmezler de.
(Bakara/111-112)
Bu ilâhî beyâna rağmen, dünyanın çeşitli yörelerinde ırk ayrımı yapan, kendi ırk ve kabilesini üstün görerek başkaları üzerine hâkimiyet kurmaya çalışan, başka ırk ve kabilelerin can, mal ve namusunu mübah sayan ve onları yağmalayan, köleleştiren nice canavarlar görülmektedir.
Bu âyetin iniş sebebiyle ilgili şu bilgiler aktarılmıştır:
Âyet-i kerîme Ebû Hind hakkında inmiştir. Bunu Ebû Dâvûd el-Merasil adlı eserinde zikretmektedir: Bize Amr b. Osman ile Kesîr b. Ubeyd anlattı, dediler ki: Bize Bakiyye b. el-Velîd anlattı, dedi ki: Bana ez-Zührî anlattı, dedi ki: Rasûlullah (s.a) Benû Beyadalılara, Ebû Hind ile kendilerinden bir hanımı evlendirmelerini emretti. Onlar da Rasûlullah’a, (s.a) “Kölelerimizi kızlarımızla mı evlendirelim?” dediler. Bunun üzerine şanı yüce Allah, Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve sizi… uluslara ve kabilelere ayırdık âyetini indirdi. ez-Zührî dedi ki: “Âyet özel olarak Ebû Hind hakkında inmiştir.”
Âyet-i kerîmenin Sâbit b. Kays b. Şemmâs’ın, kendisine yer açmayan kişiye, “Ey filan kadının oğlu” demesi üzerine indiği de söylenmiştir. Bunun üzerine Peygamber (s.a) ona, “Filan hanımın adını anan kimdi?” diye sordu. Sâbit, “Ben ey Allah’ın Rasûlü” dedi. Bu sefer Peygamber (s.a), “Buradakilerin yüzlerine bir bak” dedi. O da baktı. Peygamber, “Ne gördün?” diye sordu, o “Beyaz, siyah ve kırmızı tenliyi gördüm” deyince, Peygamber şöyle buyurdu: “Sen takvâ ile olması müstesnâ bunlara üstün olamazsın.” Bunun üzerine bu âyet Sâbit hakkında nâzil oldu, Ona yer açmayan kişi hakkında da, Ey iman edenler! Toplantı yerlerinde size yer açın, denildiğinde genişletin… (Mücâdele/11) âyeti indi.
İbn Abbâs dedi ki: Mekke fethi gününde Peygamber’in (s.a) emretmesi üzerine Bilâl Ka‘be’nin damına çıkıp ezan okudu. Attab b. Esid b. Ebi’1-Iys şöyle dedi: “Bugünü görmeden önce babamın rûhunu alan Allah’a hamdolsun.” el-Haris b. Hişâm da, “Muhammed ezan okumak üzere şu siyah kargadan başkasını bulamadı mı?” dedi. Süheyl b. Amr da, “Allah bir şeyi diledi mi onu değiştirir” dedi. Ebû Süfyân ise, “Ben hiçbir şey demiyorum. Çünkü semanın Rabbinin söylediğimi haber vereceğinden korkarım” dedi. Cebrâîl, Peygamber’e (s.a) gelerek onların neler söylediklerini haber verdi. Peygamber onları çağırdı ve neler söylediklerini sordu, onlar da ikrar ettiler. Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerîmeyi indirerek soylar ve mallarla öğünmeyi, fakirleri küçümsemeyi yasakladı.[7]
14Bedevi Araplar, “İnandık!” dediler. De ki: “Siz İnanmadınız, ama ‘Eslemna [sağlamlaştırdık/kendimizi sağlama aldık]!’ deyin; iman henüz kalplerinize girmedi. Ve eğer Allah’a ve Elçisi’ne itaat ederseniz, O, yaptıklarınızdan hiçbir şeyi size eksiltmez.” Gerçekten Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir!
15Mü’minler ancak, Allah’a ve O’nun Elçisi’ne iman eden sonra da şüpheye düşmeyen ve malları ve canları ile Allah yolunda çaba harcayan kimselerdir. İşte bunlar sadıkların ta kendisidir.
16De ki: “Siz, dininizi Allah’a mı öğretiyorsunuz? Oysa Allah, göklerde olanları da, yerde olanları da bilir.” Ve Allah, her şeyi çok iyi bilir.
17Onlar, İslâm’a girdikleri için senden minnet duymanı bekliyorlar. De ki: “İslâm’a girmeniz üzerine benden minnet beklemeyin. Tam tersi, eğer doğru kimseler iseniz, sizi imana erdirdiği için, siz Allah’a minnet duygusu besleyin.”
18Şüphesiz Allah, göklerin ve yeryüzünün görülmeyenini, duyulmayanını, sezilmeyenini bilir. Ve Allah, yapmış olduğunuz şeyleri çok iyi görendir.
Bu âyetlerde gerçek mü’minin nasıl olacağı açıklanıyor: Bedevî Araplar Rasûlullah’a gelip, “İnandık” diyor, Allah da Elçisi’ne onlara, Siz inanmadınız, ama اسلمنا [eslemnâ/sağlamlaştırdık/kendimizi sağlama aldık] deyin; iman henüz kalplerinize girmedi. Ve eğer Allah’a ve Elçisi’ne itaat ederseniz, O, yaptıklarınızdan hiçbir şeyi size eksiltmez demesini, yani onların gerçekten inanmalarını istiyor. Yoksa mü’minlerin arasında güven içinde yaşamaları, gerçekten inanmadıkları sürece kendilerine bir yarar sağlamayacaktır.
Mü’min şöyle olur: Allah’a ve O’nun Elçisi’ne iman eder, bunda hiç şüpheye düşmez, malı ve canı ile Allah yolunda cihad eder.
Daha sonra bu ikiyüzlü grup, Siz, dininizi Allah’a mı öğretiyorsunuz? Oysa Allah, göklerde olanları da, yerde olanları da bilir. Ve Allah, her şeyi çok iyi bilir! Onlar İslâm’a girdikleri için sana minnet veriyorlar ifadeleriyle azarlanıp kınanıyor; ardından da, İslâm’a girmeniz üzerine bana minnet veriyorlar; sana iyilik yaptıklarını sanıp karşılık bekliyorlar. Bilakis, eğer doğru kimseler iseniz, sizi imana erdirdiği için Allah size minnet verir [bu iyiliği için Allah’a borçlanırsınız] buyurularak düşünmeye davet ediliyorlar.
Sonunda da, Şüphesiz Allah, göklerin ve yeryüzünün ğaybını bilir. Ve Allah, yapmış olduğunuz şeyleri çok iyi görendir buyurularak, her kim gizli-aşikâr ne yaptıysa Allah’ın hepsini gördüğü ve değerlendireceği ihtar edilmektedir.
Bu âyetlerin iniş sebebi hakkında şunlar nakledilmiştir:
Âyet-i kerîme, Esed b. Huzeyme oğulları’ndan olan bedevî Araplar hakkında inmiştir. Bunlar bir kıtlık yılında Rasûlullah’ın (s.a) huzuruna gelmiş ve zâhiren şehâdet kelimesini söylemişlerdi. Ancak içten içe mü’min değillerdi. Medîne yollarını pisliklerle berbat etmiş, fiyatların yükselmesine sebep olmuşlardı. Rasûlullah ‘a (s.a), “Biz sana yüklerimizle, ailelerimizle birlikte geldik. Filan oğulları’nın seninle çarpıştığı gibi, biz seninle savaşmadık. Bunun için bize zekâttan bir şeyler ver” demeye ve Peygamber Efendimize minnet etmeye başlamışlardı. Yüce Allah da onlar hakkında bu âyet-i kerîmeyi indirdi.
İbn Abbâs dedi ki: “Âyet-i kerîme hicret etmeden ‘Muhâcir’ adını almak isteyen bedevî Araplar hakkında inmiştir. Allah onların, bedevî Araplara ait isimleri bulunduklarını, onlara ‘Muhâcirler’ denilmeyeceğini bildirdi.”
es-Süddî dedi ki: Bu âyet-i kerîme el-Feth sûresi’nde sözü edilen bedevî Araplar hakkında inmiştir. Bunlar Muzeyne, Cuheyne, Eslem, Gıfar, Dîl ve Eşcalılara mensup bedevî Araplardır. Malları ve canlarının güvenliği için, “İman ettik” demişlerdi. Medîne’ye gelmeleri istenince geri durdular. Bunun üzerine bu âyet nâzil oldu.[8]
Allah, doğrusunu en iyi bilendir.
[1] Tebyînu’l-Kur’ân; c.??????
[2] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân.
[3] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân.
[4] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân.
[5] Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb.
[6] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân.
[7] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân.
[8] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân.